Dünya’nın en eski mesleğine yeni bir statü kazandırmak üzere, adını ‘Sürü Yönetimi Elemanı’ olarak değiştirdiğimiz ‘Çobanlık’ mesleğiyle ilgili düşüncemi paylaşmak istiyorum değerli okuyucularım. ‘Sürü Yönetimi Elemanı’ kavram olarak ‘Çoban’ kelimesinin anlamını tam olarak karşılar mı, içini doldurabilir mi bilmiyorum ama asırlar boyu değişmeyen adıyla ansak daha doğru olurdu bence. Neyse, böyle durumlarda ‘Büyükler daha iyisini bilir’ diyerek topu taca atmasını öğrendik nasıl olsa.
Sertifikam, diplomam falan yok ama birinci sınıf bir çobanım ben de. Devlet memuru olarak ilk tayinim çıktığında, dağda koyun güdüyordum inanın. Bir yakınım ‘Müjdemi isterim’ diyerek elime bir sarı zarf tutuşturduğunda, 18 yaşındaydım. Babamdan duyduğuma göre de ilk deneyimim 4-5 yaşlarında, kuzu çobanlığıyla başlamıştı ve ben o günlerimi hiç unutmadım bu güne kadar…
Önce altını çizerek söylemek isterim ki; çobanlık mesleği, herkesin yapamayacağı kadar zor ve herkese nasip olmayacak kadar değerli bir meslektir. İnsana sabrı, kazancının kıymetini, doğayı, bitkileri ve hayvanları sevmeyi öğretir.
Çoban hep yalnız adamdır, en önce ailesinin değerini öğrenir. Özlem dolu, çile dolu bir hayat yaşar. Ana babasını, köyünü; evli barklıysa eşini ve çocuklarını özler. Türkülerinde bile hep sıla hasreti vardır.
İnancımızda, kültürümüzde de müstesna bir yeri vardır. Peygamber mesleği deriz bu yüzden. Allah bütün peygamberlere nasip ettiğine göre, kulunun en helal ve hayırlı rızık kazanabileceği mesleklerin başında gelir. Ağır sorumluluklar yükler insana.
Çoban; idaresinden sorumlu olduğu sürüyü bir arada tutmak, beslemek, tehlikelere ve hırsızlara karşı korumak zorundadır. Gece gündüz sürünün başında olmak, kurt saldırısı başta olmak üzere sürüsüne zarar verebilecek tehlikelere karşı tetikte olmak durumundadır. Onun böyle durumlarda tek yardımcısı ve dostu da çoban köpekleridir. Deneyimli bir çoban ilk iş olarak kendisine sadakatle bağlı, güçlü kuvvetli bir ‘Kangal Köpeği’ temin etmeye bakar. Özellikle geceleri, iyi bir Kangal’a sahip olmak bir şanstır gerçekten.
Onun demirbaşları arasında ayrıca keskin bir bıçağı, kavi bir çoban sopası, kepeneği, içinde azığını ve suyunu taşıdığı heybesi, küçük bir el radyosu ile kavalını sayabiliriz. Kavalı her çoban çalamaz ama çalabilen de müthiş çalar doğrusu. Çok isterdim ama benim o şansım olmadı maalesef. Yine çobanın en değerli yardımcılarından bir diğeri de saydığımız demirbaşları her gün sırtında taşıyan eşeğidir. Bizim yöremizde ‘Davar Eşşeği’ diye bilinip söylenir. Çok önemli özellikleri vardır, her eşek sürüye uymaz mesela ve çobanın çok canını sıkar. Sürüde doğumlar başladığında, yedek bir heybe atılır üzerine ve otlakta yeni doğan kuzular bu heybeyle eşeğin sırtında taşınır. Köye gelinceye kadar bu kuzuların başına bir felaket getirmeyen davar eşşeği çok kıymetlidir. Küllük ya da tozlu yollarda yuvarlanmayı çok sever bu hayvancağızlar! Yuvarlanırken heybedeki kuzuları ezip öldüren eşek hikâyeleri dinlerdim eskilerden. Çoban bu nedenle eşeğinden hiç gözünü ayırmaz böyle zamanlarda.
Kuzuların doğum zamanı deyince; köyümde bizim çocukluk yıllarımızda yaşanan, şimdi artık unutulan bir gelenekten söz etmek istiyorum. Köyün 6-7 yaşından 12 yaş grubuna kadar olan çocukları ilkbaharda, Mart-Nisan aylarında toplanır, çobanların yanına giderdik. Yeni doğan kuzu ve oğlakların kime ait olduğunu çobandan öğrenip teslim aldıktan sonra, kucağımıza alıp sevinçle köye döner sahiplerine teslim ederdik. Bu hizmetimizin karşılığında adına honça denen küçük hediyeler alırdık. Müjde karşılığında verilen armağan, bahşiş anlamına gelen honça, yeni neslin bilmediği, tatmadığı bir duyguydu. Çoğunlukla yumurta verilirdi çocuklara. Ekiz doğumlarda iki yumurta alınırdı, ayrıca dişi kuzu ve oğlaklar için bazı aileler yine iki yumurtayla ödüllendirirdi çocukları. İşin ilginç yanı, her evde bolca bulunan yumurta, bir ödül olarak başkalarından alındığından olsa gerek kıymetli olurdu. Sonra o yumurtaları topluca bir tenekede soğan kabuklarıyla kaynatarak boyalı yumurtaya çevirip paylaşırdık. Öyle çok eğlenirdik ki anlatamam. Hiç kimse kendi kuzu ve oğlağını taşımaz, başka bir komşununkini götürüp hediyesini alırdı. Bazen iki üç sefer yaptığımız olurdu ve kucağımızda taşıdığımız yeni doğmuş o sevimli yaratıkların üstümüze bulaşan sıvılarından ve sinen kokularından hiç birimizin annesi rahatsız olup kızmazdı. Aksine teşvik edip başımızı okşar, tekrar temiz kıyafetler giydirirlerdi. Ah ne güzel günlerdi o günler, dolu dolu yaşadığımız çocukluk yıllarımız. Şimdiki çocukların pahalı oyuncakları var ama asla tadamayacakları duygular vardır, işte onları da biz yaşamıştık…
Bu konuda yazacaklarım daha bitmedi değerli okuyucularım, devamında haftaya buluşmak dileğiyle kalın sağlıcakla…
Mustafa Yavuz ÇOLAK