Tarihte kendi adıyla anılan bir devri hafızalarımıza kazıyan bir başka çiçek yoktur herhalde. Adına şarkılar türküler bestelenen, ozanları şairleri büyüleyen daha nice çiçeğimiz var elbette, ama gördüğünüz gibi sadece lâlenin tahtı sağlamlığını koruyor bu âlemde. Allah bizim için en güzellerini yaratmış, Anadolu’ya bağışlamış. Dünyayı gören gözü kapalı, gönül gözü açık Âşık Veysel’e ilham edip; sazıyla, sözüyle bizim bakıp da göremediklerimizi nakış nakış yüreğimize işlemiş…
Asya Lalenin yol hikâyesiyle başladığımız serinin sonuna geldik. Bugün lâlenin tarihe geçen öyküsüne dalmaya çalışacağız ve bulabildiklerimizi sizlerle paylaşacağız.
Bir yazarın dediği gibi; ‘Osmanlı bir çiçek medeniyetidir’ diyerek başlarsak, aynı zamanda hattat ve şair olan III. Ahmet dönemine dikkatli bakmak lazımdır. Tarihi kaynaklar 1718-1730 yılları arasındaki 12 yıllık döneme ‘Lâle Devri’ adını vermekte; Sadrazam, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’yı da bu döneme damga vuran devlet adamı olarak öne çıkarmaktadır. Bir zenginlik ve sulh devri olarak bakılan lale devrinde hayli ilginç gelişmeler, pek çok yenilikler olmuş ülkede. İnsanların okumaya, fikir üretmeye başladığı o dönemin Nabi, Nedim gibi şairleri, Naima gibi tarihçileri ve Levni gibi ünlü ressamları var. En önemli gelişme ise; ilk Müslüman matbaasının hayatımıza girdiği ve ilk mühendishanenin kurulduğu devir olmasıdır. Sanayi inkılabının başladığı dönemdir Damat İbrahim Paşa dönemi.
Bir hata yapmadan tamamlarım inşallah, bunları bir tarihçi yazmalı biliyorum ama biz de okuyup araştırarak sizlere ulaştırmaya çalışıyoruz. Günümüz insanı merakının olmadığı bir konuyu, hele de uzun olursa hiç okumuyor maalesef. Bu konu için de epeyce yazılı kaynak tarayarak anlaşılabilir bir özet çıkarmaya çalıştım. Bu yazı için en fazla yararlandığım kaynak kişi de Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci olmuştur. Bu konularda çok güzel yazılar kaleme almış, kendilerine müteşekkiriz.
Lâleye dönecek olursak, ülkelerin bitkiler ve hayvanlar âleminden sembolleri vardır; Zambak Fransa’nın, Deve Dikeni İngiltere’nin, Sedir Lübnan’ın sembolü olurken Lâle de Osmanlı’nın sembolüdür. O doğudan, semboller dünyasından Türklerle Anadolu’ya gelmiş ve bu toprakların has çiçeği olmuştur. Motiflerimize işlemiş; çini sanatında, giyim kuşamda, halı kilimde zarafetin timsali olarak boy göstermiş, kültürümüzde mezar taşlarına bile lâle çizmiş bu millet. Çiçeklerimiz gerçek bir medeniyet olarak bizimle yaşayan bir varlıktır; kızlarımıza adını verdiğimiz yetmez, maneviyatımızda inanç dünyamızda anlamını bulmasını isteriz.
Diyor ki Ekrem Buğra Ekinci: “Hele iki çiçek vardır ki, eskiler buna ruhaniyet atfetmiştir. Biri gül, diğeri lâledir. Gül, Hazret-i Peygamber’i, lâle ise Cenab-ı Allah’ı sembolize eder. Rivayete göre gül, Hazret-i Peygamber’in nurundan yaratılmıştır. O’nun gibi kokar. Lâle ise, Allah lafzının yazılışına benzer. Üstelik Osmanlıcada ikisi de aynı harflerle yazılır. Lâle, câmiyi andırır. Ortası kubbe, iki tarafındaki yapraklar ise minarelerdir. Ayrıca lâle, bir tek tohumdan yalnızca bir dal ve çiçek verdiği için Allah’ın birliğini temsil eder.”
Bu gizemli çiçek bir devrin kendi adıyla anılmasını işte böyle sağlamıştır. Öyle bir devir ki; deyim yerindeyse tam bir lâle çılgınlığı yaşanan dönemler var içinde. Bazı rivayetler var, 16-18. Yüzyıl arasında iki bine yakın çeşit üretildiğini yazan Sevda Önal; yabanisinden ıslah ederek ilk lâleyi de Kanuni’nin Şeyhülislamı Ebussuud Efendi’nin yetiştirdiğini söylüyor. ‘Cüce Moru, Nar Çiçeği, Pabuççu, Altın Sarısı, İbrahim Bey Alı, Kızıl, Bıyıklı, Pençe, Erik Dibi ve Kalaycı Beyazı’ gibi namlı çeşitler yetiştirildiğini yazıyor. Sadece ‘Elif’ harfiyle başlayan 78 lâle türü olduğunu belirtmiş.
Lâle müsabakalarının tertip edildiği Nevşehirli Damat İbrahim Paşa döneminde; İran’dan gelme ‘Duhteri’ adlı lâle soğanının tanesi, dikkatinizi çekerim tam 1000 altına satılmış! Anlamı ‘Kızlık’ olan bu soğana sahip olanların cemiyetteki yeri çok farklı olmalı diye düşünüyor insan. Lâle fiyatlarının kontrolden çıkması üzerine Padişah III. Ahmet tarafından taban ve tavan fiyatlarını belirleyen narh sistemi getirilmiş. Bu devirde ‘Encümeni Danış’ adıyla bir ‘Lâle Akademisi’ dahi kurulmuş…
Bu arada, 1562’de Alman Diplomat Busbecq tarafından Viyana’ya götürülen lâlenin yolu Avrupa’ya düşüp oradan da Hollanda’ya uzanmış. Orada da yüz yılı aşkın bir zaman diliminde bizdekine benzer durumlar yaşandığı söyleniyor. Bir ev alacak paraya satılan lâle soğanlarından bahsediliyor ve insanların itibarının bahçelerindeki lâlelerle ölçüldüğü kaydediliyor. Kurulan Lâle Borsası çöktüğü zamanlarda zengin insanların bir gecede fakir duruma düştüğü iddia ediliyor. Geldiğimiz noktada bugün, Türkiye’nin dış ticaret geliri kadar parayı sadece lâle ticaretiyle kazandığı söyleniyor Hollanda’nın! Hep örnek verilir, bu ülkenin Konya kadar toprağa sahip olmadığının altı çizilir. Anlaşılıyor ki; biz bu işin kıymetini birçok alanda olduğu gibi kavrayamamış, öz değerlerimize sahip çıkamamışız!
Şimdi anladık mı Asya Lale’nin kıymeti harbiyesini?
Gelin iyisi mi sazıyla, sözüyle meramımızı en iyi anlatan Âşık Veysel’le noktalayalım.
Çiğdem der ki ben âlâyım
Yiğit başına belayım
Hepsinden ben âlâyım
Benden âlâ çiçek var mı, çiçek var mı hey
Al baharlı mavi dağlar
Yârim gurbet elde ağlar
Lale der ki be hey Tanrı
Benim boynum neden eğri
Yardan ayrı düştüm gayrı
Benden âlâ çiçek var mı, çiçek var mı hey
Çayır çimen doldu dağlar
Yârim gurbet elde ağlar
Nevruz der ki ben nazlıyım
Sarp kayalarda gizliyim
Mavi donlu gök gözlüyüm
Benden âlâ çiçek var mı, çiçek var mı hey
Al baharlı mavi dağlar
Yârim gurbet elde ağlar
Sümbül der ki boyum uzun
Yapraklarım düzüm düzüm
Beni ak gerdana dizin
Benden âlâ çiçek var mı, çiçek var mı hey
Çayır çimen doldu dağlar
Yârim gurbet elde ağlar…
Mustafa Yavuz ÇOLAK