“Yörüğü Yörük yapan yer davası, yar davası, bir de av davasıdır” diye yazmıştı bir gezgin; konargöçer hayatın son temsilcisi ‘Sarıkeçililer’ hakkında bilinmeyenleri anlatmıştı yıllar öncesi. O dava bugün, Yörüğü Yörük yapmak şöyle dursun; onları canından bezdirip, davasından vazgeçirmiş gibi gelmişti bana!
Oysa biz onları Torosların özgür çocukları sanırdık hep! Masalsı, küçük bir topluluk aniden köyümün sınırlarında görülür, üç gün sonra zaman tünelinde gözden kaybolurlardı. Unutamadığım çocukluk anılarımın önemli bir figürü olarak öylece duruyorlar. Hep ilgimi çeken bir toplum olmayı sürdürüyor Yörükler. Yarım kalan bir yazıydı bu, geçen sene bu zamanlarda başlamıştım. Bir kara çadırın gölgesinde tazelenen anılarımda canlanan maziyi anlatacaktım. Can sıkıcı küçük engeller ve araştırılması gereken ayrıntılarla uğraşırken ertelemiş, bir başka bahara inşallah demiştim…
Sarıkeçilileri merak edenler için önce biraz tarif edelim onları; sonra yaşadığımız anılardan ve tespit edebildiğimiz sorunlarından da bahsederiz.
Yaylak, kışlak yüzyıllardır Toroslarda dolanan; Anadolu’da bin yıla merdiven dayayan bir efsanedir Yörükler. Sarıkeçililer kimdir sorusuna kendimce bir cevap aradığımda, hep şunlar geldi hatırıma: Dün Orta Asya’da Horasan’da dolanan ruhun, bugün Anadolu’da Toroslarda tezahür edişi; bir başka deyişle, elde kalan son ve en sahici parçamızdır onlar demişimdir. Heybesinde nakışın, çuvalından kilimine kadar bir motifin dahi yeri değişmeden yaşadılar bugüne kadar.
Bir milletin hafızası diri mi anlamak için tarihine, kültürel mirasına, gelenek ve göreneklerine ne kadar sahip çıktığına bakmak lazım. Atalarımız Orta Asya’dan nasıl gelmiş buralara? Diye sorulsa; eskiden “Deve çeke çeke, ayran içe içe” diyerek kısa, öz bir cevap verirmiş aksakallı ihtiyarlar. İşte tıkış tıkış bir cümlenin içine sığdırılan, nesilden nesile aktarılan hafıza budur. Bizim konargöçer bir hayatın içinden geldiğimizi perçinler ve Yörük-Türkmen kimdir sorusuna net bir cevaptır.
Konumuza şimdi Gazi Paşa’nın tarihi bir tespitiyle girmeli ki buradan, meselenin ehemmiyeti daha iyi anlaşılacaktır o zaman. “Arkadaşlar! Gidip, Toros Dağlarına bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu Dünya'da hiç bir güç ve kuvvet asla bizi yenemez.”
Şuan Toroslar’da dumanı tüten çadır var mı peki? Derseniz, evet var çok şükür. Konup göçen, binlerce yıl kültüründen kopmayan Sarıkeçililer’in yürüyüşü devam ediyor. Çok etkileyici bir de sloganları var; “Devran dönsün, Sarıkeçililer yürüsün” diyorlar. Fakat ‘Son Göçerler’ diye anılır oldular dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum; insanı geriyor olsa da o kelime, bu bizim gerçeğimizdir! Önlerine çıkan tüm engelleri aşmaya, devran döndükçe yürümeye, o ateşi söndürmemeye kararlı olanlar yok değil ama yılmış, bitmiş bu insanlar. Bu hayattan vazgeçmek istediklerinden değil; önlerine çıkarılan engellerden muzdaripler. Sarıkeçililer yürüse de tökezliyorlar anlayacağınız!
Canına yetmiş yer davası Yörüğün, otlak en büyük sorun haline gelmiş. Ne yar, ne av davası kalmış artık. Her yaylaya çıkışta yeni barajlar, kanallar, duvar gibi örülmüş setler çıkmış karşılarına. Keçilerinin bile ezbere bildiği göç yollarına dikenli teller gerilmiş! Tıpkı Binboğalar Efsanesinde olduğu gibi, konakladığı her köyde bedeller ödemeye, bir sonraki durağına göç etmeye zorlanmışlar. Sebep ne? Keçin varsa; suçun var! İşte bütün mesele bu…
Neden bu konuya dâhil oldum, niçin bunları yazıyorum biliyor musunuz? Her sonbaharın ufkunda, Akdeniz sahillerine doğru yitip giden Sarıkeçililer, bir gün tarihin karanlık dehlizlerinde yitip giderse diye korkuyorum da ondan! Tarihimiz, kültür hazinemiz, aslımız asaletimiz, nereden gelip nereye gittiğimiz öyle önemli ki; bunları bilmek ve yaşatmak için öyle muhtacız ki birbirimize, eli kalem tutan herkesin sorumluluğu var diye düşünüyorum. Yakın zamanda yitirdiğimiz değerli bilim adamımız Oktay Sinanoğlu, kültür genlerimizin gelecek nesillere aktarılmasının, ırk genlerinden daha önemli olduğunu söylüyordu bir eserinde. Düşünün, insanın ana babadan aldığı genetik özellik asla kaybolmaz ama kültüründen beslenmezse, içinden çıkıp geldiği topluma yabancılaşması kaçınılmaz bir sonuç olacaktır.
Bizim bir gününe bile katlanamayacağımız zor bir hayatın gönüllüleri onlar. Kimseden bir şey istedikleri de yok, devlete yük olmadıkları gibi, aksine ekonomiye katma değer üreten bir topluluk. Hani bir söz var; ‘Gölge etme başka ihsan istemem’ diye! Kara çadırını kurup, özgürce dolanacağı bir dağ başında sürüsünü otlatacak bir yaylağı olsa, başka ihsan istemiyor bu insanlar. Doğayla baş başa olmayı seviyorlar. Hafıza demiştik ya hani, kendisini Oğuz Boyları mensubu sayan herkes tarihe bir göz atsın. Atasının konargöçer bir hayatın içinden geldiğini görecektir. Yerleşik hayatı tercih etmek hiçte kolay olmamış onlar için. Dört duvar arasına sığamamış, toprağa bağlanıp göçerlikten vazgeçeni ‘Yatuk’ diyerek dışlamış, kendinden saymamışlardır. Tembel, işe yaramaz anlamına gelirmiş yatuk; kültüründen ayrılanı aşağılamak istediklerine yakıştırdıkları bir sıfatmış anlaşılan. Şimdi bize garip gelse de, onlar bizim elde kalan en sahici parçamız deyişim işte bunun içindi.
Geçen hafta Hadim’den girip, Gevne Vadisi üzerinden Sarıveliler’e; Ermenek’ten Mut’a kadar Torosların zirvelerinde Sarıkeçilileri aradık. Yörüklerin kadim dostu, günümüzün Evliya Çelebisi Zeki Oğuz ve ekibiyle buluşarak çıktığımız günübirlik seyahatimizde neler gördük neler?
Haftaya, konunun devamında unutulmaz anılarda buluşmak ümidiyle hoşça kalın…
Mustafa Yavuz ÇOLAK