Yörük kültürüne olan aşinalığım, çevremde hep merak konusu oldu bugüne kadar. 56 yıllık ömrümün altı yılını çocukluğuma saysanız, 50 senedir sosyal hayatın her kademesinde onlarla iç içe yaşadım. Memleketim Çumra’da yerleşik hayata geçen Sarıkeçililer’in kurduğu yedi tane köy ve kasaba var. Çocukluk arkadaşlarım, ortak anılarım var. Ayrıca Toroslar’ın çocuğu olarak kuzuların oğlakların arasında doğup büyüdüm ben de. Dolayısıyla yakından tanıyorum onları ve ömrümün her döneminde yolumun kesiştiği bu özel insanları yazılarımla anlatmaya çalışıyorum topluma. Tarihi bağımız var onlarla ve yaşamalı bu kültür asırlarca…
Onların ilgi çeken hayat hikâyeleri insanları etkilemeye artarak devam ediyor. Bugün Konya, Mersin ve Karaman üçgeninde konup göçen Sarıkeçililer’i diğer Yörük-Türkmen aşiretlerinden ayıran özellikler var. Devesi, keçi sürüsü ve kara çadırıyla konargöçer hayatı temsil eden son kaledir Sarıkeçili. Bu arada Teke yöresinde, İç Anadolu’nun değişik yörelerinde göçerlikten vazgeçmiş çok sayıda Sarıkeçili yaşamaktadır. Ata kültürüne sahip çıkma, hafızayı diri tutma gayreti arttı son yıllarda ve şölenler toylar düzenleyerek bir öze dönüş heyecanı başladı Anadolu’da.
Şimdi buradan zaman tünelinde kısa bir yolculuğa çıkıp, bu konuyu tarihçilere danışmanın vakti geldi. Faruk Sümer başta olmak üzere Osman Turan, Yusuf Halaçoğlu, İ. Hakkı Konyalı ve otorite kabul edilen daha birçok tarihçiden faydalanıp bir özet çıkarmaya çalıştım. Umarım meselenin kaşını gözünü çıkarmadan tamamlarım! Hassas bir konu çünkü kıyısı olmayan bir denizde yüzmeye benzetiyorum yaptığımız işi. Allah yardımcımız olsun…
‘Türkmen’ ifadesi, hepimizin İslâmiyet’le şereflendikten sonraki ortak adımızdır. Türkmen kelimesinin anlamı ile ilgili olarak, ilim çevrelerinde farklı görüşler ortaya atılmakla beraber, Göçebe Oğuzlar için ‘Müslüman Türk’ anlamı genel kabul görenidir. Bu arada bazı araştırmacılar, ‘Man ve Men’ eklerinin Türk kelimesinin anlamını yoğunlaştırma işlevi gördüğünü, ‘Saf Türk-Öz Türk’ şeklinde tercüme edilebileceğini savunur.
Ülkemizin bazı bölgelerinde, sadece Alevi yurttaşlarımıza Türkmen denildiğini de unutmayalım. Fakat meseleyi doğru yorumlamak gerekiyor. Konuyu bölgesel kültürlere yaydığınızda, karmaşık bir durum ortaya çıkıyor. O zaman meseleye bütün olarak bakmak, çatıyı meydana getiren Oğuzlardan başlamak gerek.
Bozoklar ve Üçoklar adıyla iki ana kola ayrılan Oğuzlar; yirmi dört boy teşkilatından müteşekkildir. Eskiden herkes kendini mensubu olduğu boy adıyla ifade ederdi. Selçuklular Oğuzların Kınık Boyuna, Osmanlılar Kayı Boyuna, Karaman Oğulları da Avşar Boyuna mensuptur. Atalar İslâm’la müşerref olduktan sonra, boy adlarını muhafaza etmekle beraber ortak bir isim olarak Türkmen ifadesinde bütünleştiler. Özellikle 13.yüzyıldan sonra bu isimle anılmayı daha çok benimsemişlerdir.
Daha sonraki yıllara gelindiğinde; hayvancılık yaparak geçimini sağlayan, konargöçer bir hayat süren Türkmenlere ise ‘Yörük’ denilmeye başlanmıştır. Ağırlıklı olarak on altıncı yüzyıldan sonra daha fazla kullanılan bir ifade biçimidir ve yürüyen, göç eden anlamı taşır. Ekseriyetle batı bölgelerimiz başta olmak üzere, Toroslar’ı mesken tutmuş konargöçerleri tarif eder. Ancak günümüzde pek çok aile artık göçerlikten vazgeçip şehirlere, kasaba ve köylere yerleşip, yurt tutmuşlardır. Devletin iskâna zorladığı dönemlerde yerleştirilenler, ayrıca Osmanlı döneminde Balkanlara götürülen Yörükler var. Asla kimliğini kaybetmemişlerdir ve bugün gerek konargöçer, gerekse yerleşik hayatın temsilcisi olsun, herkesi içine alan ortak bir ifade biçimidir.
Vakti geldi, şimdi çatıyı burada birleştirelim. “Atalarımız, Orta Asya’dan göçüp gelen Oğuzlardı” diyorsanız; Türkmen’siniz, Yörük’sünüz demektir. Öyleyse biz hem Türkmen, hem Yörük olmakla ortak bir kimlikte bütünleşiyoruz. Anadolu’da; Kızılırmağın doğusunda yaşayanlar genellikle kendisine Türkmen, batısında kalanlar ise daha çok Yörük demeyi tercih etmişlerdir. Türkmen veya Yörük şeklinde kendisini ifade etmekle birlikte; hangi oymak veya aşiretin mensubuysa, kendisini o isimle tanımlayanlar da vardır. Örneğin; “Ben Yörüğüm” der, ardından Sarı Keçiliyim, Varsaklı veya Honamlıyım diyerek tamamlar. “Türkmenim” der, Saçı Karalıyım, Kara Keçiliyim diye de ekler. Yani her bölge farklı Boy, Aşiret-Oymak ve Oba adını yaşatırken, bizi geçmişimize bağlamaktadır.
İlginç bir ayrıntı daha; çocukluğumda duyardım, eskiden Yörükler içinden geçtikleri köyler için ‘şu tarihte falan mevkideki Türk köyünden geçtik’ derlerdi. Ben de kendileri Türk değil mi acaba diye düşünürdüm. Onların göçebelikten kopmuş, toprağa bağlı yerleşik hayat süren eldaşlarına bu şekilde hitap etmesi, olsa olsa göçebe ile yerleşik hayatın temsilcilerini ayırt etmek içindir herhalde diyordum.
Şu durumda, kökenini Oğuzlara bağlayan herkese söylemek istediğim şudur: Türkmen deyince Yörük, Yörük deyince Türkmen, Türk deyince hepsi birden aklınıza gelsin. Kimse kendini ayrı gayrı görmesin, başkasından üstün olduğunu düşünmesin. Asıl önemli olan, kim olduğunuzu düşünürken ne hissettiğinizdir…
Devamı gelecek değerli okuyucularım, anılarımla karşınızda olacağım haftaya…
Sarıkeçililer Yürüsün Mü?.. (3)
Kara çadırın gölgesinde, Sarıkeçili Yörüklerin konuğu olduğumuz günlerin anılarına uzanacağız bugün. En son Mayıs ayının ortalarında ziyaret ettiğimiz Yörük Obaları, önlerine çıkan zorluklara direnseler de giderek azalıyorlar artık. Göçerliğe devam etmek isteseler bile işin şekli değişmiş biraz. Çoğu obada, zincirin en önemli halkası diyebileceğim develer yok olmuş, onun yerine traktör girmiş hayatlarına. Göç katarından, teknolojiye kurban edilmiş develer çıkarılmış sizin anlayacağınız.
Onların hayatını ve ulaşımını büyük ölçüde kolaylaştırmış traktörler. Bunun için ne söylenebilir ki; kullanmasınlar mı diyeceğiz? Son derece haklı olduklarını biliyor, görüyoruz. Fakat çok kıymetli bir koleksiyona benzettiğim Yörük Kültürünün, en değerli parçalarından biri çalınmış gibi bir hisse kapılıyorum nedense!
Ne kalmış geriye o koleksiyondan diye bakıyorum; iki önemli parça, kara çadır ve keçi sürüsü çok şükür yerinde duruyor. Çadırın demirbaşları; heybesi çuvalı, kilimi keçesi gibi dokumalar da yavaş yavaş antika eşyalar arasına katılmak üzere. Çünkü dokuma ıstarları da çıkmış hayatımızın bir parçası olmaktan. El sanatlarımıza hak ettiği değeri veremediğimiz sürece, bu koleksiyonun tüm parçaları birer birer yitirilmeye devam edecek maalesef…
Çizdiğim tablo iç karartan cinsten biliyorum ama gerçek budur. Şu haliyle muhafaza edile bilse yine de iyi derim. Kendi içindeki zorlukları yaşamak bir yana, önlerine çıkarılan engelleri aşmak hiç kolay değil. Daha önceki sayılarda yazmıştım bunları. Şimdi onlara biraz daha yakından bakarak tamamlayacağız konuyu.
İki hafta kadar önce Hadim’in Gevne Vadisi üzerinden, Taşkent’in güney doğusuna doğru indiğimizde, Bolay’ın yaylalarına yakın bir mevkide ilk Yörük Çadırına ulaşmıştık. Ali Atar’ın eviydi burası. Sarıkeçililer çadırlarını ev olarak tanıtır genellikle. Gördüğüm en genç Yörük ailesiydi, iki sevimli oğlu vardı Ali Atar’ın. Büyük oğluyla eşi, keçi sürüsünü beraber güdüyordu. Etraf çok canlıydı; yağışların etkisiyle tabiat coşmuş, kendini göstermek için yarışan yayla çiçekleri insanı büyülüyordu adeta. Yanı başına çadır kurulan küçük bir kayalığın tepesinde oynaşan oğlaklar, bize inanılmaz pozlar veriyordu. Tıpkı çocukluğumdaki gibi, onlarla bir süre saklambaç oynamıştım. Ceylanlarla yarışacak güzellikteydiler.
Çadırda tüten dumanı takip ederek içeri baktığımda, kara çaydanlığın sacayağında fokurdadığını gördüm. Ali’nin eşi bize çay demliyordu. Kalabalık bir gurupla, Zeki Oğuz’un rehberliğinde dolaşıyorduk. Kurumumuzdan sosyolog arkadaşımız ve kırsal kalkınma projesi için çalışmalar yürüten arkadaşlarım da katılıyordu bu ziyarete. Ali Atar, bugün için en büyük sorunlarının yaylak sıkıntısı olduğunu, ayrıca devletin hayvancılıkla ilgili uygulamalarından ve zorunlu aşılama programlarından dert yandı. Salgın hastalıklara karşı yapılan aşılama ve ilaçlamaların sütün kalitesini, dolayısıyla peynirin tadını bozduğunu söyledi. Çok kıymetli tulum peynirlerine eskisi gibi talep olmadığını dile getirdi. Devletin kurallarına uymak gerek ama biz çok mustaribiz bu durumdan, o bin bir çiçeğin, kekiğin tat verdiği yayla ürünü yörük peyniri yok artık diyordu!
Ali; genç, kültürlü bir yörüktü. Eşi de çadırlarda doğup büyümüş, konargöçer hayatın içinden geliyordu. Sarıkeçililerin çadırları neden beş direkli olur diye sorduğumda, heyecanla ayağa kalkıp bilgi vermeye başladı. Sadece direklerimiz beş değil, çadırımız da beş kanattır diyerek; birbirine kıldan iplerle dikilip birleştirilen, beş şeritli kıl çadırın yapılışını anlattı. İslam’ın beş şartını temsil eden direkler ve beş kanat çadır bizim inancımızın dayanak noktasıdır; her yıl yaylaya çıkarken Kur’an okutarak kurban keser, dualarla yola çıkarız demişti. Bu yıl çadır dikimi törenlerine katılan Zeki Oğuz da bunları doğrulayarak, yörük kültürünün yaşatılması gerektiğini söylüyordu…
Yeniden yola koyulup, Sarıveliler üzerinden Ermenek Barajının hemen üstünde ikinci çadıra ulaştık. Çadır boştu, bir saat önce doğmuş bir oğlağı ayaklandırmaya çalışan annesinin çabalarını çekimlerimize ilave ettik. Çadırdan uzaklaşmasın diye ayağından kalın bir halata bağlanan oğlağın yanık yanık meleyişi gurubumuzun çok ilgisini çekmişti. Rehberimiz Zeki Abinin bilgi aldığı obadan ayrılıp Mut istikametinde biraz daha ilerleyip Nedim Candan’ın evine konuk olduğumuzda gün eğilmeye başlamıştı.
Dokuz kardeş olduklarını, hepsinin göçerliğe devam ettiğini söyleyen Nedim Candan; karayağız, cana yakın babayiğit bir adamdı. Babasının şair olduğunu söylemişti. Çocuklarını sormuştuk, eğitimleri için neler yapabildiklerini öğrenmek istiyorduk. Bu konunun yıllardır büyük bir sorun olarak devam ettiğini, çocukların okula geç başlayıp, yaylaya göç nedeniyle erken bıraktıklarını söylüyordu. Bütün zorluklara rağmen çocuklarının eğitimine önem verip her türlü fedakârlığı yaptıklarını da belirtti. Göçerliğe hevesin giderek azaldığını, askerlikten sonra oğlum yerleşik hayatı tercih etti diyordu. Bunu söylerken demir kazıklarla, telden çitle çevrili kuzuluk ve çadırın etrafındaki eşyaları gösterip; şunları her üç günde bir söküp bir sonraki durakta yeniden kurmayı düşünün, öteki sorunları siz biliyorsunuz zaten, zor bu iş arkadaş, derken ufuklara buğulu gözlerle bakıyordu…
Hepsine Guş Ali’nin Obasını sormuş, geride Bardat Yaylasında olduğunu öğrenmiştik. Merak ettiniz biliyorum; deveyle göçen, son büyük ailelerden biridir o. Anılar demeti haftaya.
Mustafa Yavuz ÇOLAK