Sona yaklaştığımız yazı dizisinde bugün geçmişin ayak izlerinde, tam 50 yıl öncesinin göç günlerinde Sarıkeçililerle buluşturacağız sizi. Yıllar önce, Guş Ali’nin Kara Çadırında tazelenen çocukluk anılarımdan çıktı bu satırlar. Henüz gün yüzüne çıkaramadığım bir kitap çalışmam var. Gelecek nesillere kaynak olsun diye, içinde bunları yazmışım…
“2003 Yılı Ekim ayı başlarıydı. Taşkent İlçemize bağlı Bolay Kasabası Feslikan Yaylası’nda yazı geçiren Sarıkeçililerle buluşmuştuk. Sahile, Gülnar üzerinden Bozyazı’ya inmek için hazırlık yapıyorlardı. Topu topu iki kara çadırdan müteşekkil bu mütevazı Yörük Obası, o gün beni çocukluğuma, anılarıma götürmüştü. Köyümden geçen Yörük Obalarının izini bulmuştum. O gün yaşadığımız atmosferi yansıtabilirsem eğer, Yörük Göçünün hafızalarda yerini bulmasına vesile olacağız.
Doğrusunu isterseniz bu daveti aldığımızda beni bir heyecan sarmış, zihnimde canlanan anılara dalıp gitmiştim. Doğup büyüdüğüm ve doya doya çocukluğumu yaşadığım Apa’dan, her yıl iki defa Yörüklerin geçişini izlerdik. Yaz başlarında Seydişehir taraflarına olan göç, sonbaharda sahile dönüşe geçtiklerinde aynı rotayı izleyerek devam ederdi.
Kalabalık obalar geçerdi eskiden. Yıllar içinde kafilelerin sayısı giderek azaldı ve son zamanlarda arkası kesilmeye başladı artık. Ara sıra, düzensiz bir şekilde gelen birkaç çadırdan müteşekkil Yörük ailelerinin konakladığını duyuyoruz.
Doğup büyüdüğüm Apa; şimdi kasaba, o dönemde köy statüsündeydi. İnsanların en güzel hatıraları çocukluk anıları olsa gerek; hiçbir ayrıntısını unutmadığım o Yörük Göçlerinin bir tasvirini yapmaya ne dersiniz?
Altı yedi yaşımdan itibaren her şeyi çok net hatırlıyorum. Yörükler köyümüzün sınırlarından girip, birkaç gün konakladığında; muhtar heyeti ve hayvancılıkla geçinen köy sakinlerini bir telaş alırdı. Tıpkı Yaşar Kemal’in Binboğalar Efsanesinde anlattıkları gibi. Onları bir an önce kaldırıp, bir sonraki duraklarına yolcu etmek herkesin ortak derdiydi. Çünkü kara bulutlar gibi keçi sürüleri olurdu ve geçtikleri mera ve otlaklarda kendi koyun sürüleri için yeterli yiyecek kalmaz korkusu yaşarlardı.
Fakat biz çocuklar için durum farklıydı. Onları göç ederken izlemek bir gösteri şöleni, bir heyecan fırtınası olurdu bizim için. Gün doğmadan başlardı göç. Ufukta, ilk kafileyi oluşturan keçi sürüsü görünür görünmez, bütün köy halkı geçecekleri yolun kenarında saf tutardık. Çocuklar cenahında, korkuyla karışık bir heyecan sarardı hepimizi. Her sürünün önünde ve ardında, çok canlı renkler içeren göz alıcı kıyafetleriyle, Yörük kadınları ve kızları geçerdi. Onurlu, alımlı, son derece ciddi bir tavırla onlar doğal podyumunda ilerlerken; köyümden hiç kimse laf atıp rahatsız etmez, yan gözle bakmazdı bu güzel insanlara.
Göç kafileleri, keçi sürülerinin iki yanında yer alan erkeklerin denetiminde yürürdü. Çoban köpeklerini hayranlıkla izlerdik. O heybetli görüntüleriyle hiç kimseyi korkutup, rahatsız etmeden yoluna devam ederlerdi. Bazıları ise bağlı vaziyette, sürü çobanlarının yedeğinde götürülürdü. Köpeklerine iyi bakıp eğitimlerini çok iyi yaptıklarını anlamak zor değildi.
Daha sonra, en büyük heyecan dalgasını yaratan deve katarları gelirdi. Göç kervanının son resmigeçidini bunlar yaparlardı. Her bir çadırın yükü, beş-altı deveden oluşan gruplarla taşınırdı. Bir hanenin irili ufaklı on veya üzeri devesi olurdu. Kalabalık göçlerde bunlar arka arkaya sıralandığı zaman, muhteşem bir seyir zevki sunarlardı.
Katarlanmış develerin yükleri o kadar muntazam olurdu ki anlatamam. Bazı develerin üstünde, yükün en tepesinde sadece kafası görülebilen ve ayakta duruyormuş hissi veren bebekler nasıl düşmeden orada yolculuk eder diye, şaşkın şaşkın izlerdik.
Güneşte kavrulmuş buğday benizli, sarı uzun saçlı Yörük çocukları... O kadar sağlıklı görünürlerdi ki; doğal ortamların, organik besinlerin semeresi gibiydiler.
Göç kervanı geçip gittikten sonra aramızda, tozlu yolda develerin izini kontrol edip, en büyük deve ayağını bulma yarışı başlardı.
Düşünüyorum da, ne güzel günlermiş o günler... Çileli ama binlerle ifade edilebilecek yılların kültürünü barındıran bir hayat tarzının, sadece birkaç temsilcisi kaldı artık. Aksakallı Yörük kocaları muhtemelen derin derin ‘oooof of’ çekerek yâd ediyorlardır eski günleri. Bu arada babamın dostları geliyor hatırıma. Uzun Ömer, Şükrü ve Bacak Veli aklıma gelen ilk isimler. Hemen hepsinin bir lâkabı vardı. Köyümüzde konakladıklarında hanemize misafir olur, çay kahve içer, bazen yemeğe kalırlardı. Karşılıklı hediyeler verilir, ortak konular üzerine ilginç sohbetler edilirdi. Ailem de hayvancılıkla iştigal ettiğinden, ortak paydalarımız çoktu. Babam da iadeyi ziyaret için Yörük çadırlarına konuk olur, bazen beni de yanında götürdüğü olurdu. Kara çadır ortamı çok ilgimi çeker, keçe, çul, desen desen dokunmuş çuvallar ve heybeleri dikkatlice izlerdim...
İşte yine o ortamdaydım ve yıllar sonra yeniden misafir olduğum çadırda, bir çizginin bile yeri değişmemiş gibiydi. Bolay yaylalarında, ilginç bir sürprizle karşılaşacağım aklımın ucundan geçmezdi. Ata dostlarının evlâtlarına rastlamak nasıl bir duygudur tahmin edin…”
Haftaya; 2003 Bolay hatıralarında, Guş Ali’nin Obasında olacağız…
Mustafa Yavuz ÇOLAK