Sıra geldi 2003’te Guş Ali’nin Obasında yaşadığım anılara değerli okuyucularım. O gün yazdıklarımdan bir bölüm aktararak yazı dizisini tamamlayacağız bugün…
“Kara çadırlara ulaştığımızda, pala bıyıklı, uzun boylu aile reisi bizlere ‘Hoş geldiniz’ dedikten sonra, esprili bir tarz ile kendini tanıttı. “Adım Ali Uçar, beni herkes ‘Guş Ali’ diye bilir. İsmimi bu şekilde söylerseniz bu dağlardaki ağaçlar bile tanır, amma adımın başına Guş gelmezse hanım bile tanımaz beni” deyince bir kahkaha koptu aramızda. Hoş sohbet, güler yüzlü dağ gibi bir adamdı karşımızda duran. Fotoğraf makinesini kapan üşüştük manzaralara.
Babamın dostlarından aklıma gelenlerin isimlerini sayıp, tanıyıp tanımadıklarını sordum. Heyecanlı ve şaşkın bakışlarla diğer çadırı göstererek, babamın arkadaşlarından Uzun Ömer’in oğullarına ait olduğunu söyledi. Musa Yagal ve kardeşiyle tanıştırdığında, hepimiz için inanılmaz bir ortam doğmuştu.
Büyük bir lütuf, çok güzel bir tevafuktu yaşadıklarımız. Uzun Ömer Amcanın oğulları karşımdaydı ve böylesi bir sürprizi doğrusu hiç beklemiyordum. Tanışıp kucaklaştık, hasret giderdik. Bu ne hoş bir duyguydu böyle, inanamamıştım doğrusu. Karşılıklı atalarımıza selâmlarımızı gönderdik, adresler aldık, buluşup görüşebilmek temennilerimizi paylaştık...
Çekimler ve röportajlar sürerken, bir taraftan da göçün ön hazırlıkları yapılıyordu. Yol arkadaşlarım arasında, bizim kurumumuzdan emekli, Konya’nın tanıdığı tam bir doğa âşıklısı Zeki Oğuz da vardı. Kurumumuzun bütün koridorları onun çektiği eşsiz manzaralarla ve Anadolu İnsanlarını resimlediği fotoğraf çerçeveleriyle doludur. Sayısız sergi açmış, yazdığı yazılarla dergi ve gazetelerde bizlere yol göstermiş, değerli bir ağabeyimizdir kendisi.
İzzet ikramdan, çadırda soluklandıktan sonra; Guş Ali Ailesi bir taraftan göç hazırlığı yapıyor, bir taraftan da sorularımıza cevap veriyorlardı. Yapılan her iş belli bir sırayı takip ediyor, şaşırmadan herkes sorumluluğunu yerine getiriyordu. Doğal bir ortamda belgesel çekiyor gibiydik ve olayın atmosferine kaptırmıştık kendimizi.
Tarifi mümkün olmayan bir mutluluk anıydı bu yaşadıklarımız. Ailede herkes bir işin ucundan tutuyor, intizamlı bir şekilde her eşya yerini buluyordu. Çuvallar doldurulup sıra sıra hazırlandıktan sonra, kıl çadır beş dakikada yıkılıp katlandı ve develere yüklemeye hazır hale getirildi. Bir makine intizamıyla, gözleri kapalı işlerini yapan bu insanların becerileri olağan üstüydü doğrusu. Yarım saat içinde her şey hazırlanmış, develer katarlanmıştı. Çadır yerinde atık hiçbir madde, çevre kirliliği yaratacak bir çöp parçası bile yoktu. Aylarca konakladıkları yerde, çatılmış üçtaştan meydana gelen ocaklıkta artan bir avuç külden başka onları hatırlatan bir iz yoktu…
Yola çıkmadan önce, Guş Ali’nin kendi düşüncelerini ortaya koyduğu unutulmaz bir sohbet geçti aramızda. Konferans verir gibiydi adeta. Doğal üslubuyla, vakarlı duruşuyla o anlatmış, biz de söylediklerini hafızamıza kaydetmiştik. Bir kelimesini bile unutmadığım sözlerini, insanlarımıza ulaştırmaya kendi kendime söz vermiştim. Şöyle demişti: Biz bu dağlarda, yaylalarda mutluyuz. Huzur bulduğumuz bu yaylalarda hür olduğumuzu hissederek yaşarız. Şehirler, köyler bize dar gelir, dört duvar arası bizi sıkar. Bizim de hayatımızda çok zorluklar vardır amma biz alışkınız diyeceğim, diyeceğim de tükeniyoruz gayrı! Çocuklarımız cahil kalmasın deyi çaba gösteriyoruz fakat okullarına devamlılıkları çoğu zaman aksar. Gene de elimizden geleni esirgemeyiz. Azala azala bu kadar kaldık. Meralar otlaklar sıkıntı veriyor, gelip geçtiğimiz yerlerde birçok sorunlar çıkıyor önümüze. Ürünümüzü paraya çevirmek, çektiğimiz eziyetlerin karşılığını alabilmek çok zorlaştı. Devletimizin kanunları, nizamları da bizim göçerlik hayatımıza zorluklar çıkarıyor. Bu köyde olmasa şu köyde bahane hazırdır; keçin var-suçun var, hemen önünüze sürülür bu mesele. Keçi yasaklanacak diye duyuyoruz, bu olursa bizim yerli sonumuz olur zaten. Yılgınlık, bezginlik çoğumuzu göçerlikten vazgeçirtti... Teknolojiye de alışıyoruz ufak ufak. Radyo, cep telefonu, motosiklet ve traktör girmeye başladı hayatımıza. Uzak mesafelere yüklerimizin bir kısmını traktör taşır, şehre alışverişlere de kullanırız bu motorlu araçları... Atalarımızdan gördüğümüz, öğrendiğimiz her türlü hayat tecrübemizi uygulayarak yaşatırız. Gece gündüz fark etmez yolumuzu şaşmadan buluruz. Mevsimleri, hava durumlarını, hayvanlarımızın davranışlarını yorumlarız ve kolay kolay da yanılmayız. Bizim hayatımızın özeti bu işte. Yazın, çizin, kameranıza kaydedin; çünkü biz, bu gidişle tarih olacağız belli.”
Duygu yüklü, satır aralarında gizli bir vedalaşmaya şahit oluyorduk sanki. ‘Biz yavaş yavaş sahneden çekiliyoruz artık’ der gibiydi! Göç hazırdı...
Yamaçlardan aşağı önce keçi sürüleri yola koyuldu. İstikamet sahil boyunda Bozyazı’ydı. Guş Ali ve obasına biz de eşlik ediyor, sırayla hepimiz deve çekerek bu duyguya ortak oluyorduk. Yalın, gösterişsiz bir göç kervanıydı; tıpkı çocukluğumdaki gibi.
Türküler söylettik oba beyine; av tüfeğini, pusatını kuşandık, birlikte fotoğraflar çektirdik. Aşağılara indiğimizde, dağların doruklarını duman sarmış, sanki sitemlerini sunuyordu gidenlerin ardı sıra. Veda vakti gelmişti; Guş Ali ve Musa Yagal'ın ailesine hayırlı yolculuklar dilerken, yeniden görüşmek temennisiyle dilek tuttuk içimizden. Atalarımızın dediği gibi; dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur, önemli olan unutmamak ve unutulmamaktır...
Guş Ali uzaklardan son kez çoban sopasını havaya kaldırıp elveda çektiğinde, yüreğimizden gelen duygu yoğunluğunda kurduğum son cümleyi hatırlıyorum:
Güle güle Sarıkeçili obası, yolun ve bahtın açık olsun…
Şimdi sorma vakti geldi: SARIKEÇİLİLER YÜRÜSÜN MÜ?