Uzun zamandır yazamamış, okuyucularımızdan ayrı kalmıştık. Dindirelim artık bu hasreti diyerek, ucu görünen baharın da sevinciyle düştük yollara. Ilgın ilçemizden bir yurt köşesini beldelerimiz sayfasında konuk etmeyi planlamıştık. İlçe Tarım Müdürü Meral Mangır’ın teşviki de kararımızda etkili olmuş, davetine icabet ederek Mahmuthisar’ı sayfamıza taşımaya karar vermiştik. Temsil ettiği kurumunda başarılı çalışmalara imza atan Meral Hanım, teşkilatımızdaki idareciler arasında şuan tek bayan üye. Hakkını teslim etmek gerekirse; kadınına değer veren bir milletin evlatları olarak hepimizin destek ve saygısını hak ediyor diye düşünüyorum. Bu uğurda vereceği hayat mücadelesinde kendisine üstün başarılar diliyor, yol hikâyemize geri dönüyorum.
Mart ayının ortalarıydı; Ilgın’dan güneye dönüp Sultan Dağlarına doğru, daha yeni yeşermeye başlamış ekin tarlalarının arasında ilerlerken düşüncelere dalmıştım. Sanki doğada bir iştahsızlık varda, bizden bir şeyler gizliyormuş havasına kendimi kaptırmış gidiyordum! Bu olsa olsa dedim içimden, kurak geçen kış aylarının çiftçimizde yarattığı tedirginliğin bizdeki dışa vurumudur herhalde. Bu düşünceler içerisinde yol alırken, bölüne bölüne küçülmüş sayısız tarım arazilerini geride bırakıyor, bitki örtüsünün değişmeye başladığı bir koridordan bizi yutmaya hazırlanan bir vadiye doğru ilerliyorduk. Sulak bir alana yaklaştığımız belliydi. Kavak, söğüt, devasa meşe palamutları ve ceviz ağaçları arasında, Mahmuthisar’ın evleri seçilmeye başlamıştı. Yayvan bir tepenin üstüne ve etrafına kümelenmiş; ayakucu ova, başucu dağlara yaslanmış şirin bir köye ayak bastığımızda, doğaya olan özlemimizin hat safhaya ulaştığını hissediyordum…
Bizi karşılayan muhtar heyetiyle önce köy kahvesine yöneldik. Genç ihtiyar, hemen herkes ordaydı. Sebebi ziyaretimizi açıklayıp, köy hakkında sorular sorarak öğrendiklerimi ajandama not ediyordum. Mahmuthisar’ın tarihini, kültürünü ve kuruluş öyküsünü anlamaya çalışıyordum. Halkın dilindeki hikâyeler çok kıymetlidir biliyorsunuz, bu hususta geleneğe uyup köyün yaşlılarına müracaat ettik, fakat derli toplu cevaplar alamadık. Yazılı kaynak arayışımız da umduğumuz sonuçlara ulaştırmadı bizi. Yine de vazgeçmeyip aradık taradık, bulduklarımızı bir bütün haline getirmeye çalıştık. Yaptığımız işin, yani yazmanın tarihe not düşmek olduğunu düşünerek dikkatli davranmaya özen gösterdik. Yazdıklarımı iki bölümde; bu günün Mahmuthisar’ında gördüklerim ve geçmişin Mahmuthisar’ı hakkında düşüncelerim olarak sunmaya çalışacağım.
Önce tarihi geçmişiyle başlayalım dilerseniz. Sırlarla dolu bir yörede, Çatalhöyük Medeniyetini çağrıştıran toprak yığını bir höyüğün üzerinde kurulu Mahmuthisar hakkında oluşan ilk düşüncem; buranın Romalılardan bile öteye uzanan tarihi geçmişe sahip bir yer olduğu yönündeydi. Ama yöredeki izlere bakılırsa buranın tipik bir Roma yerleşkesi olduğunu düşündüm. Gizemli bir toprak tepede kalmış son taş ve sütun başlığına benzer kalıntılara bakınca, böyle bir fikre kapılıyor insan. Tabi ki bu konulara açıklık getirecek olan tarihçilere ve arkeologlara bırakalım bu işi; ancak insan merak ediyor işte, anlamaya ve fikrimizi söylemeye çalışıyoruz bizde. Deyim yerindeyse bağlasalar durmayız; masallara, menkıbelere düşkün milletiz çünkü. Düşüncemi destekleyen çok örnek bulacaksınız yazılarımın içinde. Burada birçok medeniyetin gelip geçtiği belli, fakat ilmi bir çalışma yapılmadıkça hepsi rivayet olarak kalıyor. Mesela bu toprak tepenin altında bir yeraltı şehri olduğuna inanılıyor. Muhtar heyetinden bize rehberlik edenlerin ifadesine göre; tepenin batı tarafında, şimdi kapalı olan üstü kemerli bir girişin olduğu, sağlı sollu odalara benzer bölümler ve derinlere doğru galerilerden oluşan geçitlerin olduğu söylendi. Anlatılanlar, geçmiş dönemlerde köyden buraya giren iki kişinin, gördüğünü söyledikleri iddialara dayandırılıyor. Bilhassa çocuklar için tehlike oluşturabileceği düşünülerek, muhtarlık tarafından güvenlik amacıyla buranın taş ve toprakla kapatıldığı; eğer kapsamlı bir kazı yapılırsa, müthiş bir tarihi mirasın ortaya çıkacağına inandıklarını söylediler…
Mahmuthisar’ın kuruluş öyküsünü araştırdığımda; türbesi Beykonak’ta olan Dediği Sultan’la köyün kuvvetli bir bağı olduğunu, Turgut ve Bayburt Oğulları adıyla anılan Atçeken Oymakları tarafından kurulduğunu yazan kaynaklara rastladım. Yalnız burada birtakım çelişkiler olduğunu düşünüyorum. Eğer Dediği Sultan’ın devrinden, oğlu Mahmud’a izafeten ismi konulan bir yerleşim merkezinden söz ediyorsak; Turgut ve Bayburt Oğullarıyla konunun bir bağlantısı olmadığını görürüz. Çünkü Atçekenler Karamanoğlu’nun konargöçer son aşiretiydi ve Fatih Sultan Mehmet tarafından çıkarılan bir kanunnameyle toprağa bağlandılar. Yani 16. Yüzyılda yerleşik hayata geçmeye başladılar. Dediği Sultan’ın bölgeye gelişi ise 13. Yüzyılın ikinci yarısıdır ve Hacı Bektaş Veli meşrebinden gelir. Eğer Turgut ve Bayburt aşiretleri gelip bölgeye sonradan yerleştiler denilirse bu çelişki giderilebilir. Yörede Karahisar, Akşehir ve Ilgın gibi devrin önemli yerleşim merkezleri, Selçukluların Kösedağ Savaşında Moğollara yenilmesinden sonra öne çıkmaktadır. Selçuklu Yurdunu istila eden Moğol’un zulmünden kaçan halk batıya, bu bölgelere göç edip yerleşmiştir. Tarih merakım olduğu için bunları yazabiliyorum, okuyup araştırarak vardığım sonuç budur. Bilgi kaynağı vermek gerekirse burada; Atçekenler hakkında Prof. H. Basri Karadeniz, Dediği Sultan hakkında da Prof. Mikail Bayram Hocalara başvurulabilir. Uzatmadan şunu da yazıp konunun tarihçe bölümünü bağlamak istiyorum. Anadolu’da kurulan şehir ve köylerin pek çoğunda mutlaka o topraklara mührünü vuran, temele ilk harcı koyan bir manevi önderin ayak izlerini aramak lazımdır. Şeyh Edebalı, Bahaüddin Veled, Mevlana, Somuncu Baba, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli, Seydi Harun Veli ve daha niceleri. Selçuklularla beraber, kimi önce kimi daha sonra Anadolu’ya gelip medrese ve külliyeler kurarak; hem bu toprakların Oğuz Boylarının Vatanı olmasında, hem de İslâmiyet’in yayılmasında işte bu manevi sultanların imzası vardır. Bu gelenek yüzyıllarca sürdü ve dalga dalga göçlerle beraber tüm Anadolu’ya yayıldı. Dediği Sultan da işte bu zincirin halkalarından biri olarak gelip yörede hizmetini tamamladı…
Bu kadar uzun gezi ve inceleme yazısı yazmamıştım, fakat konuları çok kısaltarak meramımı anlatamayacağımı düşündüm; umarım okuyucuyu sıkmadan tamamlarım. 2014 Yılının Mart Ayında yolumuzun düştüğü Mahmuthisar Köyünde neler gördün derseniz; tarım ve hayvancılık yapmaya çalışan, her yerde olduğu gibi genç nüfusun giderek azaldığı tipik bir Anadolu Köyü diye tarif edebilirim. Hayvancılık bir adım önde sayılır, çünkü bölüne bölüne ideal tarım yapma imkânının kalmadığı araziler yüzünden zirai üretim azalmış. Kültür ırkı hayvancılıkta mesafe almış bir köy diyebiliriz. Meyvecilikte yeni ataklar var fakat daha yeterli düzeyde değil. Yalnız okumuş, devlete millete değerli şahsiyetler kazandırmış bir köy olarak dikkatimi çekti. Kendi kültürünü yaşayan ve devam ettiren köklü mazisiyle insanını kökenine bağlayan; tabiat güzelliğiyle de tam bir cazibe merkezi diyebileceğim albenili bir köy.
Gezerken dere tepe, bağ bahçe fotoğraf çekiyoruz bolca. Doğal bir dağıtım şebekesini andıran, yemyeşil su terelerinin kapladığı derelerden süzüle süzüle akan pırıl pırıl suların kaynağına doğru yürüyoruz. Çitle çevrilmiş gibi dere yataklarını sağlı sollu saran kuşburnu ve böğürtlenlerin arasından adeta saklambaç oynayarak çıkan bu sular, kim bilir aşağılarda kimlere hayat veriyordur? Suyun gözüne; Yeşil Göl’e çıkardığında yol bizi, büyüleniyoruz. Suda bu kadar güzel bir renk tonunu hiç görmemiştim, Sultan Dağlarına çok yakışan bir gerdanlık gibiydi. İşte dedim içimden; buralara can veren, Mahmuthisar Höyüğünün altında üstünde medeniyet kurduran hayat kaynağı bu olsa gerek. Yüce Yaradan cömert davranmış, Sultan Dağlarından çağıl çağıl sular kaynatmış; adım başı devasa ceviz ağaçları, bilmem kaç asırlık heybetli pelit ağaçları bitirmiş bu topraklarda. Hayranlıkla bakınırken etrafa, kurduğum son cümleyi hatırlıyorum; bir bilebilseydik şu cennet vatanın kıymetini..!
M.Yavuz ÇOLAK